Arşiv

Posts Tagged ‘Nicolas Sarkozy’

AB ve AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

Mayıs 28, 2010 Yorum bırakın

AVRUPA BİRLİĞİ ve AB – TÜRKİYE İLİŞKİLERİ GELECEK PROJEKSYONLARI, AVANTAJLAR ve DEZAVANTAJLAR

Avrupa Birliği bir medeniyet projesidir. Peki, bu medeniyet projesinin misyonları nelerdir?       İlki, İkinci Dünya savaşından sonra yıkıma uğrayan Avrupa Halkları için barış, zenginlik ve istikrar sağlamaktır. Soğuk savaş sonrası oluşan Kıtadaki bölünmelerin üstesinden gelmek; terörizmin arttığı son dönemlerde Halkların güvenlik içinde yaşamalarını sağlamak; Dengeli ekonomik ve sosyal gelişmeye katkıda bulunmak, Sürdürülebilir kalkınma ve sağlıklı çevre, insan haklarına saygı ve sosyal piyasa ekonomisi gibi Avrupalıların paylaştığı değerleri korumaktır.

Peki, AB’nin geleceği nedir?

“Lizbon Antlaşması” (Reform Antlaşması), Fransa ve Hollanda’nın halk oylaması ile ret ederek düşürdüğü AB Anayasasını temelde koruyan ve ufak değişikliklerle tekrar ülkelerin onayına sunulan AB Temel Antlaşmasıdır. Anayasa tartışmalarının temelinde uluslararası kuram ve uluslar-üstü kuramlar arasındaki çatışmasının yattığını söyleyebiliriz.

Hollanda ve Fransa’nın AB anayasasını halkoylaması neticesinde reddetmesiyle daha çok seslendirilen AB’nin ekonomi endeksli bir topluluk olarak kalacağı endişeleri, İrlanda’nın Lizbon anlaşmasını kabul etmesi ve İzlanda gibi gelişmiş bir ülkenin dahi AB’ye üyelik başvurusunda bulunmasıyla biraz da olsa dinmiştir. Bu durum AB’nin hala bir cazibe merkezi olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

AB içinde ki bu tartışmalar aynı zamanda AB’nin kıtasal bir güç olarak yoluna devam edeceğini ya da küresel bir güç merkezi olup post-modern çağın önemli bir aktörü olup olmayacağı sorunsalıdır.

Türkiye’nin üyeliğinin AB’ye avantajları nelerdir?

Elbette ki, politik ve ekonomik bir küresel güç olmasının yolu da AB’nin en tartışmalı konularından biri olan Türkiye’nin üyeliğinden geçmektedir. Jeopolitik konumu, NATO da ki ABD’den sonra en büyük orduya sahip olması hasebiyle Türkiye’nin de üyesi olduğu AB uluslar arası arena da kuşkusuz sesini daha gür çıkaracaktır.

Türkiye, ayrıca kültürü, yaşam tarzı, adet ve gelenekleriyle AB’ye çeşitlilik ve zenginlik katacaktır. Daha da önemlisi AB, büyük çoğunluğu Müslüman olan üyesiyle hoşgörü ortamının artmasını sağlayacaktır. Özellikle 11 Eylül saldırılarıyla artan islamofobi Türkiye’nin üyeliğiyle yerini diyalog ortamına bırakacaktır. Buna ek olarak, demokratik, laik aynı zamanda Müslüman olan Türkiye, İslam dünyasıyla Batı dünyası arasında köprü vazifesi görerek, Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” teorisini Sayın Başbakanımızın da eş başkanı olduğu “medeniyetler ittifakı” gerçeğine bırakacaktır.

Üye ülke Türkiye, yaşlanan ve bir süre sonra çökmesi muhtemel olan sosyal güvenlik sistemine de ilaç niteliğinde katkıda bulunacaktır. Türkiye’nin Genç, eğitimli ve donanımlı işgücü AB’nin gelecek için öngörülen bu durumundan kurtaracaktır. Birkaç yıl içinde küresel krizin bitmesiyle, 2002-2007 yılları arasında ki büyüme hızını yakalamış, enflasyonu tek hanelerde, Mastricht kriterlerini yerine getirmiş, müzareke başlıklarının hepsini yerine getirmiş, AB müktesebatına uyum sağlamış 2020 yılında AB üyesi olan bir Türkiye, AB’ye yük olmaktan çok, Türkiye’nin yükünü çektiği bir AB olacaktır.

AB üyesi, istikrarlı bir Türkiye Orta Asya ve Orta Doğu’dan gelecek olan enerji nakil hatlarının güvenliği içinde çok önemlidir. 21. Yüzyılda önemi gittikçe artan enerji ihtiyacının Batı Avrupa’ya taşınmasının, Türkiye sayesinde daha güvenilir olacağı muhakkaktır. Nubucco projesi bunun en güncel ve önemli göstergesidir.

Türkiye, AB için önemli bir pazar olmakla kalmayıp, sıkı ilişkiler içinde olduğu Kafkaslar, Orta Doğu, Orta Asya da AB’ye büyük bir ticari pazar olarak açılacaktır.

Öyleyse durum bu iken, AB neden ayak diretmektedir? Çekinceleri nelerdir?

Özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda Türkiye’den Avrupa’ya akın eden vasıfsız işçilerin yaşadıkları uyum sorunu AB’yi yeni bir muhtemel fakir işçi akını dolayısıyla isteksiz davranmaya zorlamaktadır. Daha da ötesinde Türkiye’nin coğrafi olarak gelişmemiş ülkelere yakın olması, yine AB’nin yasadışı göçmen akını korkusuyla baş başa bırakmaktadır.

Halihazırda, AB’ye yeni üye olmuş Bulgaristan ve Romanya’nın altyapı, tarım, yönetimlerin iyileştirilmesinin AB bütçesini zorlaması, Türkiye’nin üyeliğiyle birlikte AB’nin hayal dahi edilemeyecek bir yükün altına girmesi anlamına geleceği endişesini ortaya çıkarmıştır.

Demokrasi ve insan hakları mevzusunda, Türkiye her ne kadar iyileştirmelerde bulunsa da AB ile arasında büyük bir fark olduğu aşikârdır. Bu konuda “Gece yarısı Ekspresi” filminin AB nezdinde çizdiği Türkiye imajı oldukça derindir. Sivil otorite, anadilde yayın, eğitim hakları gibi demokrasi ve insan hakları konularında Türkiye’nin kat etmesi gereken yol hayli fazladır.

AB müktesebatına göre üye ülkelerle ciddi sorunları olan devletler üyeliğe kabul edilmeyecektir. Türkiye, Yunanistan ile Ege’de kıta sahanlığı problemini aşmak zorundadır. Daha da mühimi, AB üyesi Güney Kıbrıs’ı tanımayan bir Türkiye’nin AB’ye üyeliği ise zaten imkânsızdır.

AB’de açıkça dile getirilmeyen, lakin Türkiye üyeliği üzerinde tartışmaların en çok döndüğü konulardan biri de Müslüman bir ülkenin AB içinde nasıl sindirileceğidir. Asyalı ve Müslüman 70 milyonluk bir Türkiye zar zor sağlanmaya çalışılan AB entegrasyonuna büyük bir darbe vuracağı korkusu özellikle Avrupalı sağ cenahta dillendirilmektedir. Diğer endişe de 70 milyonluk Türkiye’nin üye olmasıyla Türkiye Avrupa parlamentosunda ve komisyonunda en fazla oy hakkına sahip olmasıdır. Diğer bir endişeyse Türkiye’nin coğrafi olarak çatımsa alanlarına ve sorunlu bölgelere yakın olmasıdır.

Peki, Avrupa Birliği üyeliği Türkiye’ye neler kazandırır?

“Demokratik anlamda” askerin politik hayata etkisi azalır/biter. Artık her 10 yılda bir yaşanan askeri darbelerin, post modern darbelerin, e-muhtıraların sonu gelir. İnsan hakları gelişir, ifade özgürlüğü sağlanır. Mesela, meşhur 301 yasası hususunda daha duyarlı, daha demokratik bir konuma gelir Türkiye. Son zamanlarda yoğun bir şekilde tartışılmakta olan “demokratik açılım” (Kürt açılımı) mevzusunda daha cesur adım atabiliriz. Buna bağlı olarak, ana dilde eğitimin, yayının yolu açılır. Burada değinilmesi gereken bir nokta da Türkiye’nin gerekli olan bu demokratik olgunlaşmayı kendisinin yapıp, yapamayacağıdır. AB bu konuda Türkiye’yi motive eden bir kurum olarak görmelidir.

“Ekonomik” anlamda ise en başta AB fonlarından yararlanırız. Türkiye’ye gelecek milyarlarca Avroluk hibelerle Türk ekonomisi yapısal olarak kendini daha da güçlendirecektir. AB’ye üye olmakla birlikte politik anlamda oluşacak istikrar ve güven ortamı, yabancı yatırımcıların gözünde Türkiye’yi daha çekici bir ülke konumuna getirecektir. Böylelikle daha yeni sanayi altyapısı ve teknolojiye sahip olmuş AB üyesi bir Türkiye, daha rekabetçi bir sanayiye sahip olur. Hepsinin sonucunda da ekonomisi gelişen bir Türkiye görmüş oluruz.

“Dış ilişkiler” boyutunda ise Yunanistan ile Ege kıta sahanlığı sorununun çözümünde yol alırız. Her platformda Türkiye’nin önüne konulan Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunununda da AB arabulucuğu ve motivasyonu ile çözümü noktasında ilerlemiş oluruz.

AB üyeliğinin Türkiye’ye eksileri

AB müktesebatında da yazdığı üzere, AB’ye üye olan devletler bir takım egemenlik haklarından Birlik lehine feragat edecektir. Türkiye de şüphesiz üye olduğunda bir takım egemenlik haklarından vazgeçecektir. Ayrıca, bu feragat ve demokratikleşme Türkiye de özellikle milliyetçi kesimlerde bölünme başta olmak üzere birçok korkular yaratmaktadır. Buna ek olarak, dış politika ve keza iç politika da AB ye bağımlı kalmak zorunda olacaktır. Mesela, bir Afrika yılı ilan ederken AB’ye sormak zorunda kalacak, bağımsız politikalar üretemeyeceğiz. Diğer bir konu ise, değerlerimizin yani alışkanlıklar, yaşam tarzı, kültür, adet, gelenek ve göreneklerimizin AB üyeliğiyle birlikte aşınmaya uğrayacağıdır. Daha çok milliyetçi ve muhafazakâr çevrelerin dillendirdiği bu değerlerin aşınması konusunun gerçekçi bir argüman olduğunu söyleyebiliriz. Son olarak, farz-ı muhal 2023’te Cumhuriyet’in 100. Yılında AB’ye üye bir Türkiye, yaşlı ve hantal AB’yi, genç ve dinamik nüfus ve ekonomisiyle sırtlamak zorunda kalabilir.

AB üyeliğine Alternatifler

“Akdeniz Birliği projesi” Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından Türkiye’ye AB üyeliğine alternatif olarak öne sürülmüş bir projedir. Lakin bu proje ne ilgi görmüş ne de Türkiye Hükümeti tarafından önemsenip dikkate alınmıştır.

“İmtiyazlı ortaklık” Almanya Şansölyesi Angelina Merkel tarafından Türkiye’ye dikte edilmeye, kabul etmesi için zorlanan başka bir alternatiftir. İmtiyazlı ortaklık Türkiye’yi karar alma mekanizması başta olmak, belli başlı AB imkânlarından faydalanmayan bir AB üyesi Türkiye öngörmektedir. Bu durum AB’nin ciddiyetsizliğini ispat etmektedir. Bu proje hususunda ısrar ettikçe AB’nin inandırıcılığı ve kredibilitesi düşmektedir.

“Aşamalı üyelik” Türkiye için düşünülen başka bir alternatiftir. Yine bir takım AB kurum ve işlevlerinden bir süre ya da ebediyen faydalanmamasını öngörür. Mesela serbest dolaşım hakkı üye olduktan 10 sene sonra faydalanılabilecek ya da ebediyen Türkiye’nin faydalanamayacağı şeklindedir.

Sonuç:

Eğer bu sürecin sonunda AB Türkiye’yi kabul etmezse, Türkiye’nin Kopenhag ve Maastricht kriterlerini bırakıp, daha istikrarlı, pazarı daha geniş, daha demokratik, daha verimli, uluslararası arenada ekonomik olarak daha rekabetçi, kişi başına düşen milli geliri daha yüksek ve daha özgür bir Türkiye öngören Ankara Kriterleriyle yoluna devam etmelidir…

Servet ÇETİN

AVRUPA BİRLİĞİ BAŞKANLIK SEÇİMLERİ

Mayıs 19, 2010 Yorum bırakın

‘If I want to call Europe who do I call? (Avrupa’yı arayacak olursam, kimi arayacağım?) diye sormuştu 70li yıllarda ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger. Avrupa Birliği, Lizbon anlaşmasıyla (2007) AB Konseyi Başkanlığı ve Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği makamlarının kurulmasını öngörerek bu soruna bir çare bulmaya çalışmıştır. Bu makamların oluşturulmasında ki asıl amaç; AB içi koordinasyonun daha iyi sağlanması, AB’nin dış politika da daha etkin rol alması ve tek sesli bir Avrupa Birliği’nin oluşturulmasıydı. 19 Kasım tarihinde yapılan seçimlerde Belçika Başbakanı Herman Von Rompuy AB Konseyi Başkanlığı, ticaretten sorumlu AB Komisyonu Üyesi İngiliz Catherine Ashton ise Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği görevlerine getirilmiştir.

SEÇİMLERİN GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ

19 Kasım’da yapılan liderler zirvesi bir kez daha göstermiştir ki Almanya ve Fransa blok olarak hareket ettiği konularda bu iki ülkeye rağmen bir sonuç alınması neredeyse imkânsızdır. AB bütünleşme sürecinde bu iki ülkenin etkisi belirleyici olmakla beraber, AB’yi de bir nevi peşlerinden (kendi istekleri doğrultusunda) sürüklemektedirler.

Seçimlerde Almanya ve Fransa’nın desteğini alarak başkanlığa gelen Rompuy kimdir? Siyaseten merkezin sağında yer alan, Herman Von Rompuy, ülkesi Belçika da Hristiyan Demokrat Partisi (EPP üyesi)’nin lideridir. Ülkesi dışında fazla tanınmayan, uluslararası arenada profili düşük, ama aynı zamanda sicili temiz bir lider olarak bilinmektedir. Peki, neden İngiltere eski Başbakanı Blair gibi profili yüksek, tanınmış, uluslararası arena da kabul görmüş, genç, dinamik birisi değilde; neredeyse tam zıttı özellikleri şahsiyetinde barındıran Rompuy.

Birincisi, Rompuy, AB’ye lider olmaktan çok bir yönetici olacağı için bu en çok Almanya ve Fransa’nın işine gelir. Profili düşük bir başkanın üye devletler üzerinde ki etkisi, hem dış ilişkiler hem de AB içi entegrasyon süreci açısından nispeten çok daha az olur. Özel anlamda Almanya ve Fransa egemenliklerinden ve ulusal çıkarlarından ödün vermeye yanaşmamaktalar. Profili yüksek bir başkan, gücü kendi bünyesinde toplayabilir ve Almaya, Fransa gibi büyük ülkelerin ulusal çıkarlarını dikkate almadan; AB’nin genel çıkarları doğrultusunda iç ve dış politika izleyebilirdi ki bu durumun o iki devlet nezdinde kabul görmemesi anlamına gelirdi. Ayrıca yine Tony Blair gibi profili yüksek bir başkan seçilmiş olsaydı, Merkel ve Sarkozy, Blair gibi karizmatik bir şahsiyetin gölgesinde kalabilirlerdi ki bu da yine ihtiraslı iki lider açısından kabul edilemez bir durumdu. Özetle Merkel ve Sarkozy “yüksek profilli” bir lideri başkanlığa seçmeyerek bir çeşit “emanetçi” sistem oluşturmayı tercih etmişlerdir.

İkincisi, AB bu seçimle birlikte yatay büyümeden çok dikey büyümeyi tercih etmiştir. Yani, AB dış politika, genişleme mevzularından ziyade, AB içi entegrasyona daha çok önem verdiğini görtermiştir. Zira, Herman Von Rompuy’un ismi ilk uzlaşmacı kişiliğiyle duyulmuştu. Belçika da uzun zaman kurulamayan hükümeti Rompuy taraflarla konsensüs yaparak kurmuştu. Böylelikle kriz de sona ermişti. Entegrasyon krizini halen yaşayan AB de, Rompuy’un bu uzlaşmacı, uzlaştırıcı özelliğinden faydalanmak istiyor.

Üçüncüsü, başkanın AB’nin küçük üyelerinden olan Belçika’dan seçilmesi de kayda değer. Çünkü, Belçika tarihsel olarak Avrupa yapılanmasının kalbinde yer almaktadır. Belçika değil de mesela İngiltere’den bir başkan çıksaydı, geleneksel rakipleri olan Almanya ve Fransa bunu kesinlikle yenilgi olarak görürdü. Bu yüzden, AB başkanlığına iddiası olmayan bir milletten bir başkan seçilmesi en kolay çıkış yolu olarak görülmüştür.

Bir de her ne kadar yazılı olmasa da Avrupalı liderler AB başkanlığına merkez-sağ tarafından birini, Yüksek Temsilciliğe ise merkez-sol eğilimli birini seçmeyi öngörüyorlar ya da şart koşuyorlar. Merkez-sol da yer alan Blair değil de, merkez-sağ da ki Rompuy’un seçilme sebebi belki de bu yüzdendir.

Aslında 19 Kasım seçimlerinde müthiş bir denge siyaseti izlendi. Seçilecek Başkanın profili, milleti, politik görüşü, hatta cinsiyeti bile denge unsuru olarak öne sürülmüştür. Bu denge siyasetinde terazinin diğer kefesinde Yüksek Temsilcilik yer almaktadır. Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi seçilen Catherine Ashton ise yine Almanya ve Fransa’nın hoşnut olacağı şekilde profili düşük bir kişilik. Diğer taraftan, eski başbakanlarını seçtiremeyen İngiltere’ye karşı bir denge siyaseti izlenmiş, Yüksek Temsilcilik İngiliz birine verilmiştir. Ayrıca, Daha önce de değindiğimiz gibi AB başkanı merkez-sağ’dan seçilirken, yine başka bir denge politikası izlenmiş, merkez-sol eğilimli Ashton Yüksek Temsilciliğe seçilmiştir. Cinsiyette de bir denge siyaseti izlenmiş, erkek olan AB başkanına karşılık bayan bir Yüksek Temsilci atanmıştır.

Genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak, AB Konsey Başkanlığı makamının kurulmasında ki asıl hedeflenen, daha önce de belirttiğim gibi, çok-seslilik sorununa çözüm bulmak, Birliğin temsil gücünü artırmak ve uluslararası arena da meydana gelen olaylara hızlı ve net tavır takınılmasını sağlamaktır. Bunun için AB’ye günümüz ihtiyaçlarını sağlayabilecek bir lider lazımdı. Ayrıca, küresel aktör olmak isteyen AB, ABD ve Çin gibi aktörler karşısında deneyimsiz, profili düşük bir duruş sergileyecek figürler elbette AB’nin imajını zedeleyecektir. Özetle diyebiliriz ki AB Rompuy ve Ashton seçimleriyle küresel güç olma isteklerini bir süreliğine askıya almış, bölgesel güç olarak yoluna devam etmeyi kararlaştırmıştır.

SEÇİMLERİN AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

“Türkiye Avrupa’nın bir parçası değil ve asla olmayacak. AB’nin Türkiye’yi içine alarak genişlemesi geçmişteki genişlemelerle kıyaslanamaz. Avrupa da aynı zamanda Hıristiyanlığın temel değerleri de olan mevcut evrensel değerler, Türkiye gibi büyük bir İslam ülkesinin girişiyle kuvvetini yitirir.”

Bu sözler 2004 yılında muhalefette iken Rompuy’un yapmış olduğu bir konuşmadan alıntıdır. Belçikalı siyasetçinin merkez-sağda yer alması ve Hıristiyan demokrat olması ve muhalefetteyken söylemiş olması her ne kadar bu sözlerin ağırlığıns birer mazeret olsalar da, Türkiye için bu şekilde düşünen bir AB başkanının Türkiye açısından iyi sonuçlar doğurmayacağını kolayca söyleyebiliriz.

Özet olarak şunu söyleyebiliriz ki; önümüzde ki dönemde AB-Türkiye ilişkileri açısından kimlik siyaseti daha ön plana çıkacaktır. Birincisi, AB’nin her ne kadar farklı mezheplerden olsalar da ortak bir din etrafında birleştikleridir: “Hıristiyanlık”. İkincisi, birçok farklı milletten meydana geliyor olsa da Avrupalı üst kimliğinin ya da Avrupa milletinin oluştuğuna inanılıyor. Üçüncüsü, yine ortak kültür ve tarih mirasına sahip olmak Avrupalı olmanın ön koşulu olarak sunulmaktadır.

Rompuy’un 2004 yılında yaptığı konuşmada da söylemek istediği şey tam olarak buydu. Dini, milliyeti, kültür ve tarihi Avrupalı olmayan bir Türkiye’nin AB’de yeri olmadığını söylüyordu. Ve o kişi şu an AB’nin lideri. Kim bilir, belki de Türkiye karşıtlığı yüzünden Sarkozy ve Merkel, Rompuy’un seçilmesini sağlamıştır.

AB'de Geçen Hafta: 11 Nisan

Polonya Devlet Başkanı’nın Uçağı Yere Çakıldı: 97 Ölü

Polonya Devlet Başkanı Leh Kaçinski’nin uçağı Rusya’nın batısındaki Smolensk havaalanına iniş sırasında yere çakıldı. Kazada, Kaçinski de dahil olmak üzere 97 kişinin hayatını kaybettiği açıklandı.

Düşen uçaktaki Polonya heyetinde Kaczynkski ile eşi Maria’nın yanı sıra Genelkurmay Başkanı Franciszek Gagor, Merkez Bankası Başkanı Slawir Skrzypek, Dışişleri Bakan Yardımcısı Andrej Kremer, Polonya’nın sürgündeki son Devlet Başkanı Ryszard Kaczorowski, Ulusal Güvenlik Bölümü Başkanı Aleksander Szczyglo, Devlet Başkan Yardımcıları Pawel Wypch ile Mariusz Handzlik, Parlamento Başkan Yardımcısı Jerzego Szmajdzinski gibi üst düzey devlet görevlileri yer alıyordu.

Polonya Başbakanı Donald Tusk, kazayı “savaş sonrası dönemin en trajik olayı” olarak nitelendirdi. Tusk, düzenlediği basın toplantısında, Rusya’ya gideceğini açıkladı.

Tusk, “Rus yetkililerle temasa geçtik. Polonya’dan da savcılar bölgeye geçti. Bugün büyük olasılıkla başka bir toplantı daha yapacağız” dedi. Başbakan ayrıca, elde ettikleri bulguları ve aldıkları kararları an be an halka paylaşacaklarını da sözlerine ekledi.

Macaristan’da Faşist Darbe

Macaristan’da pazar günü yapılacak genel seçimlerde 8 yıldır iktidardaki Sosyalistlerin ağır bir hezimete uğraması bekleniyor.

Yapılan anketler, kararsız oylarda da dağıtıldığında Viktor Orban (46) liderliğindeki merkez sağ Fidesz Partisi’nin yüzde 60’a kadar oy alabileceğini, bir önceki seçimlerde yüzde 50’ye yakın oy alan Sosyalistlerinse ülkenin ekonomik olarak iflas etmesi yüzünden en fazla yüzde 15’te kalabileceğini gösteriyor. Neo-faşist diye tanımlanan, Yahudi ve çingene karşıtlığını gizlemeyen Gabor Vana liderliğindeki Jobbik Partisi’ninse parlamentoya girmesine kesin gözüyle bakılıyor; partinin yüzde 15 oy alarak meclisteki ikinci büyük siyasi güç olabileceği söyleniyor.

Yasak olmasına rağmen, 1940’lı yılların üniformalarını andıran giysilerle donanmış paramiliter bir gücü de olan Jobbik’in lideri Vana bir konuşmasında, “Çingenelerin çalışma, kanun ve eğitim dünyasına dönecekleri bir ortam yaratmalıyız. Buna isteksiz olanların iki alternatifleri kalacak; ya ülkeyi terk edecekler ya da kodese girecekler” demişti.

Türkiye’ye AB Sözümüzü Tutmalıyız

Fransa ve Almanya’nın imtiyazlı ortaklık önerisine karşı çıkan İtalya, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine verdiği desteği bir kez daha yineledi

İtalya Dışişleri Bakanı Franco Frattini, Fransız televizyon kanalı France24’e yaptığı açıklamada, “Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başladıktan sonra, ertesi gün onlara, ‘Artık her şey değişti, bunu bir ortaklığa dönüştürmeliyiz’ diyebileceğimizi sanmıyorum” diye konuştu.

Başbakan Erdoğan’dan Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’e Çağrı

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Fransızların Türkiye konusundaki görüşlerinin değişmesi gerektiğini belirterek, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin “bugünün Türkiye’sini gelip görmesi gerektiğini” söyledi.

Le Figaro gazetesine konuşan Erdoğan, Paris’e yapacağı ziyarete büyük önem verdiğini ifade ederek, bu ziyaret sonucunda Fransa’da devam eden “Türkiye Mevsimi” etkinliklerinin de sona ereceğini hatırlattı.

Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmasıyla ilgili soruyu yanıtlayan Erdoğan, gerçekten bütün Fransızların Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkmadığına işaret ederek, “Bazı Fransızlar, bizim üye olmamıza ön yargıyla bakıyor. Bu görüşün değişmesi için çalışmamız gerekir” diye konuştu.

İngiltere Seçime Gidiyor

İngiltere 6 Mayıs’ta seçime gidiyor. Başbakan Brown Kraliçe’den parlamentoyu feshetmesini istedi.

İngiltere Başbakanı Gordon Brown, 6 Mayıs’ta ülkede genel seçimlerin düzenleneceğini açıkladı.

Bugün Buckingham Sarayı’nda Kraliçe II. Elizabeth ile görüşen Brown, seçime gidebilmek için parlamentonun feshedilmesini istedi.

Brown, saraydan başbakanlık konutuna dönüşünde, seçimin 6 Mayıs Perşembe günü yapılacağını bildirdi.

Seçim kampanyası, parlamentonun 12 Nisan’da feshedilmesinin ardından resmen başlayacak.

Bu, iktidardaki İşçi Partisi lideri Gordon Brown ile muhalefetteki Muhafazakar Parti lideri David Cameron ve Demokat Parti lideri Nick Clegg’in parti başkanı olarak ilk seçimleri olacak.

Seçimin gündemini ise krizden çıkma mücadelesi veren İngiltere ekonomisi oluşturacak.

MUHALEFET ÖNDE GİDİYOR
Bugün yayımlanan son kamuoyu yoklaması, muhalefetteki Muhafazakâr Parti’nin yüzde 37 ile 4 puan önde olduğunu gösteriyor. 13 yıldır iktidarda olan İşçi Partisi yüzde 33, Liberal Demokratlars ise yüzde 21 desteğe sahip.

KKTC: Denktaş, Eroğlu’nu Destekliyor

KKTC’nin 1. Cumhurbaşkanı , cumhurbaşkanı seçimlerinin, “KKTC’den vazgeçerek Kıbrıs Türklerini Rum idaresine yamamak isteyenler ile kalıcı anlaşma isteyenler” arasında geçeceğini savunarak, “devletten ve egemenlikten yana” olduğunu bildirdi.

Yaptığı açıklamada, seçimlerde Başbakan ve Ulusal Birlik Partisinin (UBP) adayı Başbakan Derviş Eroğlu’nu destekleyeceğini açıklamasıyla ilgili eleştirileri değerlendiren Denktaş, “Biz, vizyonu devletimizi yaşatarak kalıcı bir barış yapmayı hedefleyen, bunu temin etmek için gereken fedakarlığı yapmaya hazırım diyenlerin yanındayız. Hiçbir adayın karşısında değiliz, devletten ve egemenliğimizden yanayız” dedi.