Arşiv

Posts Tagged ‘almanya’

LİZBON ANLAŞMASI

Mayıs 19, 2010 Yorum bırakın

Avrupa Birliği (AB), 21. yüzyılın basında Avrupa’yı birleştirme hedefi çerçevesinde tarihi bir dönüm noktasına gelmiştir. Roma Antlaşması’ndan bu yana ekonomik, siyasi ve sosyal bütünleşme yolunda büyük ilerlemeler kaydetmiş olan Birlik, öngörülen genişleme süreci nedeniyle, basta kurumsal yapılanma ve karar alma mekanizmaları olmak üzere, yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duymuştur.

Lizbon Antlaşması yaklaşık yedi yıl süren reform tartışmaları, zorlu hükümetler arası müzakereler ve Hollanda ile Fransa’da Anayasa’nın reddedilmesine neden olan iki referandumun ardından kurumsal isleyişlere ve politika konularına ağırlık veren bir antlaşma olarak hazırlanmıştır. 13 Aralık 2007 tarihinde imzalanan ve 17 Aralık tarihli AB Resmi Gazetesi’nde yayımlanan Lizbon Antlaşması, demokratik hesap verebilirliğin ve Avrupa Birliğin’in karar alma süreçlerinin etkinliğinin geliştirilmesinin yanı sıra genişlemiş Birliğin isleyişine yönelik yasal bir çerçeve oluşturulmasını amaçlamaktadır.

Lizbon Antlaşması, kurucu antlaşmaları tadil eder nitelikte olması ve “Anayasa” adını taşımamasına karsın, diğer Antlaşmalar gibi, Birliğin demokratik, etkili ve şeffaf bir yapıya kavuşturulmasını ve kurumsal zorlukların giderilmesi amacını gözetmektedir. Nitekim AB’nin genişleme süreci ve değisen küresel düzen, Birliği çok çeşitli alanlarda yeni politikalar üretmeye zorlamaktadır. Özellikle besinci genişleme sürecinin tamamlanması ve Türkiye ve Hırvatistan ile müzakerelerin sürdürülmesi doğrultusunda kurumsal yapıda ve karar alma mekanizmalarında değişiklikler yapılması şarttır. Bu kapsamda Antlaşma, önemli yenilikler getirmekle birlikte, kurumsal oluşumun nihai halini belirlememektedir.

Diğer taraftan, içinde bulunduğumuz yüzyılın önemli gündem maddeleri arasında bulunan çevre, enerji, iklim değişikliği ve terörizmle mücadele konuları, Antlasma’da yer almaktadır. AB kamuoyunun kısa sürede çözüm bulunması yönünde baskısının hissedildiği bu alanlarda üye devletler yeni yükümlülükler altına girmişlerdir. Örneğin, Avrupa Birliği’nin İşleyişine ilişkin Anlaşma’ya eklenen Baslık XXI kapsamında enerji piyasalarının teşvik edilmesine, enerji arzı güvenliğine, yeni enerji biçimlerinin geliştirilmesine ve enerji ağlarının ilerletilmesine yer verilmektedir. Benzer şekilde “Dayanışma Hükmü” baslığı altında da terörizmle mücadele konusunda ortak hareket edilmesi ve üye devletlerin birbirlerini desteklemesi öngörülmektedir. Böylece, küresel bir aktör olmak isteyen AB, küresel sorunlara çözüm bulma yönünde önemli adımlar atmaktadır. Ayrıca, Lizbon Antlasması ile Üye Devletlere, AB’den çıkma olanağı da tanımaktadır.

Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısında önemli değişiklikler meydana getirecek olan ve 1 Ocak 2009 tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülen Lizbon Antlasması, Hollanda ve Fransa tarafından reddedilen Anayasa sonrasında Üye Devletlerin farklı kaygılarına yanıt verecek şekilde düzenlenmiştir. Bu bağlamda, en önemli fark Birliğin sembolleri, marsı ve sloganı gibi öğelerin yeni Antlasma’dan çıkarılmış olmasıdır. Ne var ki, Belçika, Bulgaristan, Almanya, Yunanistan, İspanya Krallığı, İtalya, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Lituanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Avusturya, Portekiz, Romanya, Slovenya ve Slovakya, Avrupa Birliği’nin sembolleri hakkında Deklarasyon (no 52) ile AB bayrağına, marsına ve sloganına bağlılıklarını belirtmişlerdir.

Lizbon Antlasması ile getirilen önemli değişiklikler su şekilde özetlenebilir:

· “Avrupa Topluluğu” ve “Topluluk” ifadeleri “Birlik” ile değiştirilerek Avrupa Birliği’ne tüzel kişilik kazandırılması,

· Üye ülkeler tarafından oy birliğiyle 2,5 yıllık süre için bir AB Konseyi Başkanı’nın atanmasının yanı sıra, altı aylık dönem başkanlığı sisteminin, üç ülkenin 18 aylık bir başkanlık takımı oluşturması ile değiştirilmesi,

· Dıs politikada etkililiğin artırılması amacıyla “AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi” makamının oluşturulması ve Yüksek Temsilcinin, AB Dışişleri Bakanlar Konseyi’ne de başkanlık etmesi,

· Avrupa Komisyonu’nun üye sayısının 2009 yılından itibaren Üye Devlet sayısının üçte ikisi olmasının öngörülmesi,

· Ulusal parlamentoların, Komisyon tarafından halihazırda gayrı-resmi olarak yapılan bilgilendirmenin, sekiz hafta içinde Antlasma’da belirlenen kurum tarafından yapılması şartı ile karar alma süreçlerine yakınlaştırılması,

· Olağan yasama usulü olarak tanımlanan ortak karar alma usulünün kapsamının genişletilmesi ile Avrupa Parlamentosu’nun rolünün güçlendirilmesi ve AP’ ye aynı zamanda Komisyon başkanını seçme yetkisinin tanınması,

· AB Bakanlar Konseyi kararlarında, 2014 yılından itibaren “çifte çoğunluk” şartının aranması. Bu çerçevede, AB kararlarında üye ülkelerin %55’inin oyu ve AB’nin toplam nüfusunun %65’ine sahip ülkelerinin oyunun gerekliliğini şart koşulması (2017 yılına kadar üye ülkeler su anda geçerli olan sisteme göre oylama yapılmasını talep edebileceklerdir. Yeni sistem üye ülke nüfuslarının önemini artırmaktadır. Örneğin bugün, İngiltere, 345 oyun %8’ini temsil ederken yeni düzende temsil oranı %13 olacaktır.)

· Antlasma’nın imzalanmasından bir gün önce Strazburg’da kabul edilecek Avrupa Birliği Temel Haklar Şartının, bazı Üye Devletlerin (Birleşik Krallık, Polonya) dışarıda kalmasına rağmen, diğer Üye Devletler için hukuki bağlayıcılık kazanması,

· Güçlendirilmiş işbirliğinin (üye devletlerin, AB çerçevesinde, diğer üyeler dahil olmasalar da gruplar halinde hareket edebilmeleri ilkesi) hayata geçirilmesiyle, grup üyelerinin diğer AB Üye Devletleri’ni davet etmeden nitelikli çoğunluk ile karar alabilmesi ve bu modelin dış politikaya ilişkin tüm alanlarda uygulanabilir olması.

Lizbon Antlasması’nın Onay süreci ve İrlanda Referandumunda Reddedilmesi

Lizbon Antlasması, 12 Haziran 2008 tarihinde İrlanda’da gerçekleştirilen referandum sonucunda reddedilmiştir. Seçmenlerin yüzde 53,13’ünün katıldığı referandumda, yüzde 47,6 evet oyuna karşılık yüzde 53,7 hayır oyu çıkmıştır. Bilindiği gibi Antlasma’nın, tüm üye devletler tarafından onaylanması halinde 1 Ocak 2009 tarihinde yürürlüğe girmesi öngörülmekteydi. Antlaşma, İrlanda’daki referanduma değin, 18 Üye Devlet tarafından onaylanmıştı. Ayrıca İrlanda, onay sürecinde Antlaşmanın referanduma sunulmasının anayasal bir zorunluluk olduğu tek ülkeydi. Benzer şekilde 2001 yılında İrlanda halkının oyuna sunulan Nice Antlasması da ilk referandumda reddedilmiş, 2002 yılında düzenlenen ikinci referandumda yüzde 62,9 ile kabul edilmişti.

‘İrlanda mucizesi’ de olarak bilinen ekonomik kalkınma hamlesini AB üyeliği sayesinde gerçekleştiren İrlanda’da, referandumdan ‘Hayır’ oyu çıkmasının baslıca nedenlerinden birinin, halkın Lizbon Antlasması’nı fazla soyut bularak, anlamakta zorlanması olduğu ifade edilmiştir. Diğer bir neden olarak, AB’nin genişlemesi ve giderek daha derin bir entegrasyona doğru ilerlemesinin yarattığı endişe ve tepki eklenebilir. İrlanda halkının çoğunluğu ‘Hayır’ oyu verilmesi yönündeki güçlü siyasi kampanyaların da etkisiyle, değişen ve dönüşen bu Birlik içinde kendine ait özellikleri yitirme ve giderek benzesen geniş bir pazarın küçük bir parçası olma korkusunu hissederek Lizbon Antlasması’na duyduğu tepkiyi oylarına yansıtmıştır.

Bu beklenmedik gelişmenin ardından Avrupalı liderler, onay sürecinin kesintiye uğramaması için, 11- 12 Aralık 2008 tarihlerinde Brüksel’de gerçekleştirilen AB Konseyi Zirvesi sonucunda, İrlanda’ya, Lizbon Antlasması’nı onaylaması karşılığında verilecek garantiler konusunda uzlaşmaya varmıştır. Bu bağlamda, İrlanda’da yapılacak ikinci referandum öncesinde İrlanda halkının kaygılarının giderilmesi amacıyla Zirve sonuç bildirgesine ‘her üye devlete bir Komisyon Üyesi’ kuralının değişmemesi; vergilendirme; yasama, eğitim ve aileye ilişkin haklar; İrlanda’nın geleneksel tarafsızlık politikasına saygı gösterilmesine ilişkin hükümler eklenmiştir. Zirve’de ayrıca, isçi hakları dâhil, bazı sosyal politika konularına özel önem verildiğinin teyit edilmesi kararlaştırılmıştır.

Lizbon Antlasması’nın kaderini belirleyecek İrlanda için ikinci referandum, 2 Ekim 2009 tarihinde gerçekleştirilecek. Avrupalı liderler ve kamuoyu tarafından merakla beklenen referandum sonucu, AB’nin geleceği açısından da kritik önem taşıyor.

İrlanda haricindeki üye ülkelerde de Lizbon Antlasması’na ilişkin onay sürecinin sorunsuz islediği söylenemez. Örneğin, Polonya Devlet Başkanı Lech Kaczynski, 20 Ocak 2009 tarihinde yaptığı açıklamada, Lizbon Antlasması’nı, İrlanda tarafından kabul edilmediği sürece onaylamayacağını ifade etmiştir. Bunun yanı sıra, Federal Almanya Anayasa Mahkemesi tarafından Lizbon Antlasması’nın Alman Anayasası’na (Grundgesetz) uygunluğuna ilişkin olarak alınan karar 30 Haziran 2009 tarihinde açıklanmış, Mahkeme’nin aldığı karar Antlasma’nın Anayasa ile uyumlu olduğunu söylese de, Alman iç hukukunda AB bütünleşme sürecini yönlendirecek bazı değişiklikler yapılmasını öngörmüştür.

Lizbon Antlasması’nın Türkiye-AB İlişkileri Açısından Önemi

Yukarıda da belirtildiği gibi Lizbon Antlaşması, ekonomik veya siyasal yapılanmaya son noktayı koymamakta müktesebata bir katman daha eklemektedir. Bu bağlamda özellikle kurumsal yapıdaki düzenlemelerin genişleme sürecine bağlı olarak yeniden değişeceği düşünülebilir. Türkiye’nin üyeliği açısından bakıldığında, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karsı net bir siyasi tavır belirlemesi ve müzakere sürecinin iyi isleyişinin sağlanabilmesi için, AB’nin iç sorunlarını çözmesi büyük önem taşımaktadır. Böylece Türkiye’ye yönelik olarak güçlü bir irade ortaya koyulabilecek, LizbonAntlaşması ile getirilen değişikliklerin kurumsal aksaklıkları ortadan kaldırması, Türkiye’nin daha az sorunlu bir Birliğe katılımını kolaylaştıracaktır.

Diğer taraftan, her ne kadar Antlaşma, genel anlamda gelecek genişlemeler ve özelde Türkiye’nin katılımına ilişkin öngörüler içermese de, Akdeniz Birliği gibi tam üyelik dışı önerileri daha sık gündeme getirebilecek güçlendirilmiş işbirliği ile birlikte değerlendirildiğinde, bu durum, Türkiye karşıtı bazı Üye Devletler tarafından kullanılabilir. Bununla birlikte, nüfusun, AB Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’nun oluşumunda daha önemli bir etmen haline gelmesi, imtiyazlı ortaklık gibi önerileri daha fazla gündeme getirebilir. Ne var ki, Lizbon Antlaşması’nın ileride yeni düzenlemeler yapılmasına olanak tanıdığı unutulmamalıdır. Bu çerçevede Türkiye, Lizbon Antlasması’nın yürürlüğe girmesini takiben kurumsal krizin aşılacağını ve AB açısından önemli bir iç sorunun geride kalacağını göz önünde bulundurarak, akılcı, süratli, ısrarcı ve dikkatli bir AB stratejisi izlemeyi sürdürmelidir.

http://www.ikv.org.tr

AVRUPA BİRLİĞİ BAŞKANLIK SEÇİMLERİ

Mayıs 19, 2010 Yorum bırakın

‘If I want to call Europe who do I call? (Avrupa’yı arayacak olursam, kimi arayacağım?) diye sormuştu 70li yıllarda ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger. Avrupa Birliği, Lizbon anlaşmasıyla (2007) AB Konseyi Başkanlığı ve Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği makamlarının kurulmasını öngörerek bu soruna bir çare bulmaya çalışmıştır. Bu makamların oluşturulmasında ki asıl amaç; AB içi koordinasyonun daha iyi sağlanması, AB’nin dış politika da daha etkin rol alması ve tek sesli bir Avrupa Birliği’nin oluşturulmasıydı. 19 Kasım tarihinde yapılan seçimlerde Belçika Başbakanı Herman Von Rompuy AB Konseyi Başkanlığı, ticaretten sorumlu AB Komisyonu Üyesi İngiliz Catherine Ashton ise Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği görevlerine getirilmiştir.

SEÇİMLERİN GENEL DEĞERLENDİRİLMESİ

19 Kasım’da yapılan liderler zirvesi bir kez daha göstermiştir ki Almanya ve Fransa blok olarak hareket ettiği konularda bu iki ülkeye rağmen bir sonuç alınması neredeyse imkânsızdır. AB bütünleşme sürecinde bu iki ülkenin etkisi belirleyici olmakla beraber, AB’yi de bir nevi peşlerinden (kendi istekleri doğrultusunda) sürüklemektedirler.

Seçimlerde Almanya ve Fransa’nın desteğini alarak başkanlığa gelen Rompuy kimdir? Siyaseten merkezin sağında yer alan, Herman Von Rompuy, ülkesi Belçika da Hristiyan Demokrat Partisi (EPP üyesi)’nin lideridir. Ülkesi dışında fazla tanınmayan, uluslararası arenada profili düşük, ama aynı zamanda sicili temiz bir lider olarak bilinmektedir. Peki, neden İngiltere eski Başbakanı Blair gibi profili yüksek, tanınmış, uluslararası arena da kabul görmüş, genç, dinamik birisi değilde; neredeyse tam zıttı özellikleri şahsiyetinde barındıran Rompuy.

Birincisi, Rompuy, AB’ye lider olmaktan çok bir yönetici olacağı için bu en çok Almanya ve Fransa’nın işine gelir. Profili düşük bir başkanın üye devletler üzerinde ki etkisi, hem dış ilişkiler hem de AB içi entegrasyon süreci açısından nispeten çok daha az olur. Özel anlamda Almanya ve Fransa egemenliklerinden ve ulusal çıkarlarından ödün vermeye yanaşmamaktalar. Profili yüksek bir başkan, gücü kendi bünyesinde toplayabilir ve Almaya, Fransa gibi büyük ülkelerin ulusal çıkarlarını dikkate almadan; AB’nin genel çıkarları doğrultusunda iç ve dış politika izleyebilirdi ki bu durumun o iki devlet nezdinde kabul görmemesi anlamına gelirdi. Ayrıca yine Tony Blair gibi profili yüksek bir başkan seçilmiş olsaydı, Merkel ve Sarkozy, Blair gibi karizmatik bir şahsiyetin gölgesinde kalabilirlerdi ki bu da yine ihtiraslı iki lider açısından kabul edilemez bir durumdu. Özetle Merkel ve Sarkozy “yüksek profilli” bir lideri başkanlığa seçmeyerek bir çeşit “emanetçi” sistem oluşturmayı tercih etmişlerdir.

İkincisi, AB bu seçimle birlikte yatay büyümeden çok dikey büyümeyi tercih etmiştir. Yani, AB dış politika, genişleme mevzularından ziyade, AB içi entegrasyona daha çok önem verdiğini görtermiştir. Zira, Herman Von Rompuy’un ismi ilk uzlaşmacı kişiliğiyle duyulmuştu. Belçika da uzun zaman kurulamayan hükümeti Rompuy taraflarla konsensüs yaparak kurmuştu. Böylelikle kriz de sona ermişti. Entegrasyon krizini halen yaşayan AB de, Rompuy’un bu uzlaşmacı, uzlaştırıcı özelliğinden faydalanmak istiyor.

Üçüncüsü, başkanın AB’nin küçük üyelerinden olan Belçika’dan seçilmesi de kayda değer. Çünkü, Belçika tarihsel olarak Avrupa yapılanmasının kalbinde yer almaktadır. Belçika değil de mesela İngiltere’den bir başkan çıksaydı, geleneksel rakipleri olan Almanya ve Fransa bunu kesinlikle yenilgi olarak görürdü. Bu yüzden, AB başkanlığına iddiası olmayan bir milletten bir başkan seçilmesi en kolay çıkış yolu olarak görülmüştür.

Bir de her ne kadar yazılı olmasa da Avrupalı liderler AB başkanlığına merkez-sağ tarafından birini, Yüksek Temsilciliğe ise merkez-sol eğilimli birini seçmeyi öngörüyorlar ya da şart koşuyorlar. Merkez-sol da yer alan Blair değil de, merkez-sağ da ki Rompuy’un seçilme sebebi belki de bu yüzdendir.

Aslında 19 Kasım seçimlerinde müthiş bir denge siyaseti izlendi. Seçilecek Başkanın profili, milleti, politik görüşü, hatta cinsiyeti bile denge unsuru olarak öne sürülmüştür. Bu denge siyasetinde terazinin diğer kefesinde Yüksek Temsilcilik yer almaktadır. Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi seçilen Catherine Ashton ise yine Almanya ve Fransa’nın hoşnut olacağı şekilde profili düşük bir kişilik. Diğer taraftan, eski başbakanlarını seçtiremeyen İngiltere’ye karşı bir denge siyaseti izlenmiş, Yüksek Temsilcilik İngiliz birine verilmiştir. Ayrıca, Daha önce de değindiğimiz gibi AB başkanı merkez-sağ’dan seçilirken, yine başka bir denge politikası izlenmiş, merkez-sol eğilimli Ashton Yüksek Temsilciliğe seçilmiştir. Cinsiyette de bir denge siyaseti izlenmiş, erkek olan AB başkanına karşılık bayan bir Yüksek Temsilci atanmıştır.

Genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak, AB Konsey Başkanlığı makamının kurulmasında ki asıl hedeflenen, daha önce de belirttiğim gibi, çok-seslilik sorununa çözüm bulmak, Birliğin temsil gücünü artırmak ve uluslararası arena da meydana gelen olaylara hızlı ve net tavır takınılmasını sağlamaktır. Bunun için AB’ye günümüz ihtiyaçlarını sağlayabilecek bir lider lazımdı. Ayrıca, küresel aktör olmak isteyen AB, ABD ve Çin gibi aktörler karşısında deneyimsiz, profili düşük bir duruş sergileyecek figürler elbette AB’nin imajını zedeleyecektir. Özetle diyebiliriz ki AB Rompuy ve Ashton seçimleriyle küresel güç olma isteklerini bir süreliğine askıya almış, bölgesel güç olarak yoluna devam etmeyi kararlaştırmıştır.

SEÇİMLERİN AB-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

“Türkiye Avrupa’nın bir parçası değil ve asla olmayacak. AB’nin Türkiye’yi içine alarak genişlemesi geçmişteki genişlemelerle kıyaslanamaz. Avrupa da aynı zamanda Hıristiyanlığın temel değerleri de olan mevcut evrensel değerler, Türkiye gibi büyük bir İslam ülkesinin girişiyle kuvvetini yitirir.”

Bu sözler 2004 yılında muhalefette iken Rompuy’un yapmış olduğu bir konuşmadan alıntıdır. Belçikalı siyasetçinin merkez-sağda yer alması ve Hıristiyan demokrat olması ve muhalefetteyken söylemiş olması her ne kadar bu sözlerin ağırlığıns birer mazeret olsalar da, Türkiye için bu şekilde düşünen bir AB başkanının Türkiye açısından iyi sonuçlar doğurmayacağını kolayca söyleyebiliriz.

Özet olarak şunu söyleyebiliriz ki; önümüzde ki dönemde AB-Türkiye ilişkileri açısından kimlik siyaseti daha ön plana çıkacaktır. Birincisi, AB’nin her ne kadar farklı mezheplerden olsalar da ortak bir din etrafında birleştikleridir: “Hıristiyanlık”. İkincisi, birçok farklı milletten meydana geliyor olsa da Avrupalı üst kimliğinin ya da Avrupa milletinin oluştuğuna inanılıyor. Üçüncüsü, yine ortak kültür ve tarih mirasına sahip olmak Avrupalı olmanın ön koşulu olarak sunulmaktadır.

Rompuy’un 2004 yılında yaptığı konuşmada da söylemek istediği şey tam olarak buydu. Dini, milliyeti, kültür ve tarihi Avrupalı olmayan bir Türkiye’nin AB’de yeri olmadığını söylüyordu. Ve o kişi şu an AB’nin lideri. Kim bilir, belki de Türkiye karşıtlığı yüzünden Sarkozy ve Merkel, Rompuy’un seçilmesini sağlamıştır.